Alacaklı
Üstelik öyle bir alacaklı ve yoksundum ki mesaj alındı cümlesindeki mesajın “savaş ya da kaç” olduğunu anlayacak kadar yetişkindim.
Bir insanı değiştirmek tek bir insan işi değildir. Bu bir düzen, bir çevre, coğrafya konusudur.
Sevgi Soysal, Şafak
Uzun zamandır hiçbir şeyi tam anlamıyla bitirmediğim gibi yazdığım şeyler de hep yarım. Benim gibi. Şimdi bu yazdıklarımı sevdiğim insanlardan okuyanlar olursa biliyorum ki ilk cümlede şu anı yaşayacaklar. Bıkkınlıkla bir iç geçiriş ve zihnin sinapslarından geçen anlık bir “neden yıllardır böylesin” düşüncesi. Bilmiyorum ama gerçek bu.
Dün bir an yaşandı. Uzun, bitmeyen ve anlaşılmak için çırpındığım cümlelerimden oluşan, derin bir nefesle bitmiş koca bir paragraf. Sizin de beni anladığınızdan çok emin değilim. İki insanın arasındaki en zor şey olan iletişimi kurmaya çalışıyoruz ve siz de biliyorum bana yardım etmek istiyorsunuz fakat dün okuduğum satırlar gibi benim durumum biraz “bir insanı değiştirmek tek bir insan işi değildir. Bu bir düzen, bir çevre, coğrafya konusudur.” deyip bitirdiğimde aynı iç geçiriş geldi.
“Çok öfkeli ve alacaklısınız.” Bunu duymayı beklemiyordum. Kimden, neyden, ne için? gibi manasızca sıraladım soruları. Her şeyden alacaklısınız ve almak istediğiniz, talep ettiğiniz, anlaşılmak için çırpındığınız fakat alamadığınız her şey ve herkesten alacaklısınız. Bu yüzden de çok öfkelisiniz.
Gözümden iki damla yaş geldi, sildim.
Hep yaptığım umursamazlıkla ve başka bir yöntem bilmediğimden aslında alaya aldım. Sanırım alacaklılar sözleşmede vade süresini çok uzun tutmuşlar. Böyle devam ederse konkordato ilan etmek zorundayım. Gülmedi.
Sonra saatlerce düşünmem gereken bir iş yapmadığım için kafamda milyon kez konuştuklarımızı düşündüm. Tam olarak ne zaman böyle oldu. Nerede ve nasıl bu kadar öfkeli ve alacaklı olmaya başladım diye. Bir cevabım yok. Bir noktada besinsiz kaldığı için ağlayan bir bebek gibi sızlanıp duracak mıydım? Kaldı ki “sana ihtiyacım var” diye talep ettiğimde bile “anladım, mesaj alındı” gibi şeylerle geçiştirilmemiş miydim daha önce. Üstelik öyle bir alacaklı ve yoksundum ki mesaj alındı cümlesindeki mesajın “savaş ya da kaç” olduğunu anlayacak kadar yetişkindim. Yetişkinler gibi davranmalıydım yani çoğunlukla olduğu gibi kabullenmeli, başka başka kitaplarda okuduğum cümleleri aklıma getirip bir çözüm yolu bulmalıydım. “Talihsizlikler bizi çıkmaz bir yola sürüklüyorsa durup yolumuzu değiştirmeli ve böyle devam etmeliyiz.” Sonra başka bir kitap, başka bir şiir pasajı “Rüzgâr yükseliyor, yaşama tutunmak gerek!” Belki bir noktada Füruğ Ferruhzad gibi işi inada bindirirdim “hayattan hak ettiğim mutluluğu almak istiyorum” deyip öfkeli bir dava açabilirdim kaderime.
Sahi kader dedikleri şey neydi? Senin seçimlerin mi, coğrafya mı, sınıfın mı, yeteneklerin ya da zekân?
İşlemcisi yanan bir makinanın dumanlar çıkarması anı olur ya o ana kadar düşündüm. Elindeki paketleri seri bir şekilde yaparken bir varoluş krizinin tam ortasında olabilir miydi insan? Hayatın bu kadar absürt olmasına Camus bile şaşar ve paketi elinden alıp “güzelim, bu estetize edilemeyecek kadar absürt” derdi. Öyle bir dalmıştım ki beni düşüncelerimden uzaklaştırmak için soru soran ilk kişiyi -anlık bir öfkeyle ve elimdeki maket bıçağıyla-, bölme beni diyerek öldürebilirdim bile. Hayat öfkenle ve alacaklarınla korkunç bir mezbahaya dönebilecek kadar bir anlıktı.
Paketler, koliler, ürünler her şey bitti. Beynim, omuzlarım bitti. O saatlerin ertesinde deponun bir köşesinde oturup sigara içerken çok sevdiğim yazarlardan biri daha zihninde gelip elini omzuma koydu. Rawi Hage’ydi.
Omzumu tutarken, kitabından şu parçayı hatırlattı.
“Ötekilere inanırım, insanlara inanırım, sürekli değişen bir dünyaya inanırım. Şimdi burada olduğuma ve bir gün bu dünyayı kelebekler gibi terk edeceğime inanıyorum, kendi kanatlarının değdiği esintiden başka bir şey talep etmeyen kelebekler gibi”
Ben artık hiçbir şeye inanmıyorum Rawi ama eminim sen haklısındır diyerek hayatıma karıştım.
Temmuz 2024/ Bomonti