“Sözcüklere gerek olmaksızın, duyumsuyorum, biliyorum ki burada varım, işte gerçeklik budur.”

Julio Cortazar


Yalnız günlerimin biteceğine dair artık tek bir ümidim dahi kalmadığı bir günde yazdım bunları. Her seferinde bunu diyorum kendime değil mi? İnsan sevilmek için verdiği ne sözleri unutuyor. İnsan, eğer kendine değer vermezse ne yeminlerini içine atıp belki bu seferdir ha deyip ümitlenmeye ne çok alışık. İki insanın zihninden çıkan yolların çapraştığı anda ne çok vazgeçiş ne çok şüphe ve kırılma korkusu çıkıyor ortaya.

Kimsenin onu asla istediği gibi sevmeyeceğini bildiği noktada yani sıfır noktasında durup, n’apalım buraya kadarmış dediği o kabullenme anı… Belki yönetmenler tam bir saat ayırabilir o noktadaki yalnızlığı, tükenmişliği anlatabilmek için. Yine de insan umut etmeli sosuyla servis edilen bir müzik de eklenirse tadından yenmez. Sanırım müzik noktasında da Evgeny Grinko’ya biraz iş düşer. Kahramanımız yol üstündeki bir parkta banka oturmuş bunları yazarken, sepya bir sahneye dolan üç beş güzel anı zihnine gelir. Belki bir zamanlar çok mutlu olduğu, sevildiğini hissettiği anların batağına saplanıp acı da çeker. Sonra kahramanın yalnızlığı iki uzun saate ayrılmış boş bir varoluş sancısı ile izleyiciye sunulur.

Bu tür filmleri izleyen birkaç tipik seyirci modeli vardır. En önemsiz ve kaygısız olanları bir gün bunun kendi başına da gelebileceğinden habersiz olan aşık çiftlerdir. Filmin en çok otuz beş dakika sonrası el ele tutuşup öpüşme evresine geçerler. Fısıldayarak konuşup herkesin sinirlerini bozarlar. Çünkü yalnız olmayan dünyayı umursamaz. Sevilen insan anın tadını çıkarabilir, telefonuna bakmak aklına bile gelmez çoğu zaman. Aşk böyledir işte, unutturur.

İkinci tip seyirdi tamamen bu yalnızlığın verdiği acıyı seven, azıcık bir ümitle başkaları ile insanı ilişki kurarım umuduyla filmi teknik bir açıyla izlerler. Fakat bir filmin, bir kadrajın bile kendisini sonsuz bir yalnızlığa ittiğini fark etmezler ya da fark etmek istemezler. Bu seyirci yalnızlığı kanıksamıştır.

Üçüncü tip seyirci ise aslında bankta oturan kahramanımız gibidir. Hayatın kendisine verdiği ufacık şanslara aşık olmuştur. Bu sefer gerçekten sevileceğine dair naif bir inançla umut etmiştir. Sonunda ise kendi yalnızlığı ile nasıl başa çıkacağını bilmez halde yoluna çıkan bu filme bir bilet almıştır.

“Ne kötü şimdi bir başına olmak, daha da kötüsü yalnız olmadığını bilmek” diyen o yarım yamalak hatırladığı Mayakovski dizesine hüngür hüngür ağlamak. Islak bir köpek yavrusu gibi olan yalnızlığını hatırlatır her seferinde. Oysa üçüncü tip seyirci sahnenin tam bir noktasında bugün o parkta kendi yalnızlığımı yazmak yerine gülebilir, sarılabilir, birbirimizi öpebilir ya da hiçbir şey yapmadan öylece varoluşlarımızı yan yana yatırabilirdik diye düşünür.

Üçüncü tip seyirci izlediği sahnenin kendisi olduğunu bilmenin verdiği sonsuz ızdırapla izler filmi. Film zaten çoktan onun gibiler için yapılmıştır. Mutlu olma ümidine yazılmış bir ağıttır o film.

Ve filmler biter her sonlu referanslı şeyler gibi. Film bittiğinde tüm özgür insanlar gibi yalnız, tüm yalnız insanlar gibi özgür olduğunu hatırlar. Buraya kadarmış diyebilmek bile bazen özgürlüğün ta kendisi de olabiliyor ne acı.

Üçüncü tip seyircinin kendisine acıdığını düşünenler olacak, dramadan ve acı çekmekten beslendiğini; dışarda onu sevmek için sırada olan bir sürü insan olduğunu da seve seve ekleyeceklerdir. Sen yalnız ve başarısız olduğunda beylik cümleleri cephelerinde hazır bekleyen o kadar çok insan vardır ki hayret edersin. Oysa üçüncü tip seyircinin o an ihtiyacı olan tek şey hiçbir şey söylenmeden sarıp sarmalanmasıdır. Ne çok şey bekliyorum başkalarından diye de düşünür. Mutluluk onun hakkı bile değilmiş gibi gelirken.

Derler ki önce kendini seveceksin, her şeyde önceye kendini koyacaksın. O peşinden gelecek, o aşık olacak, o arayacak… O kadar benzerdir ki her seferinde söylenenler. Kendine kızar üçüncü tip seyirci, kendimi bile sevmeyi berememişim ki kim sevsin beni, haklılar. Kendimi sevmeyi becerebilseydim, belki beni severdi. Belki ona hemen ruhumu açmasaydım sev beni diye yalvaran gözlerle bakmasaydım bana değer verirdi. Beni gözünü açtığı gibi özleyeceği insan olarak görürdü dedirtir başkaları.

Üçüncü tip seyirci bunları düşünürken diğerleri beylik lafları heybelerinde ne var ne yok dökerler. Boşluğun sesi gelir sonra. Boşluğun sesine ihtiyacım var diye düşünür aniden üçüncü tip seyirci çünkü kendi karanlığından başka bildiği daha iyi bir sığınağı yoktur. O karanlık limanın içinden yükselen bir çello sesine tutunur çoğu zaman. Ara ara sigara yakıp alkole düşer. Kendini iyileştirmesi ve devam etmesi gerekiyordur. Bir kişi daha belki orada öylece yaşamaya devam ederken kendi varlığının derinliğinin, yaralarının farkına varsa ne var diye içten içe dualar eder olmayan yaradanına.

Üçüncü tip seyircinin tanrısı bile onu çoktan terk etmiştir. Tanrı mutsuz ve yalnızları sevmez. Tanrı güçlü olanı, mutlu olanı, hırslı olanı sever. Onların duaları, talepleri önceliklidir. Çünkü nereden baksan tanrıyı bile güçlüler, hitabeti kuvvetli olanlar, diğerleri üzerinde maddi manevi güçlü olanlar yaratmıştır. İnsanın hamurunda toprak ve su var derler. Oysa aslında olan tanrının hamurunda güç, hırs, tutku ve inanç olmasıdır. Yani güçlü bir insanın hamurunda olanlar. Evrim de böyle işler. Evrim zayıf olanı sevmez. Aynı evrim seven, kollayan ve merhamet eden bir tanrıyı bile yok edebilir. Bu yüzdendir ki tüm acımasızların tanrısı en çok bilinir ve en çok duayı onlar alır.

Üçüncü tip seyirciyi tanrısı bile terk etmiştir…

Bomonti/Aralık 2023